Eleştirel bir deneme: “Vatansız”
Geçenlerde izlediğim bir belgesel nicedir üzerine kafa yorduğum bir hususu dile getirmeme vesile oldu. Bu aynı zamanda ondan kurtulmaktı. Ne ki olmadık zamanda canlanan, aklıma takılıp zihnimi meşgul eden çokça şey olur kafamda. Bunlardan çoğu zaman yazarak kurtulur veya kurtulmayı denerim.
Öncelikle “konuya yaslanmak” ve “istismar” gibi iki önemli sorun barındıran o husus, daha çok sosyal, toplumsal ve siyasal konulara değinen gösteri, film, belgesel ve benzer çalışmalarda görülen bir dizi zaafı içeriyor.
Bu bağlamda “Vatansız” adlı belgeseli mercek altına alsak da meramımız konuya genel anlamda eğilmek ve benzer çalışmalara atıfta bulunmak. Bahis konusu belgesel kulağıma ilk çalındığında “vatan” ve ona dair kavramların sorgulandığını düşündüm. Ancak çalışmanın öznesi iki insanın cümlelerinden cımbızlanmış bir sözcüktü o başlık. Belgesel -kıyısından da olsa- her biri başlı başına anlatılacak farklı konulara değiniyor, öznenin etkisinden çalıyordu. Gerçi duyuru ve tanıtımlar, “12 Mart askeri darbesinden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan ve 1982 yılında Türk vatandaşlığından çıkarılan gazeteci Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul Özgüden’in hikâyesi” diyordu, ancak çalışma daha çok bu iki insanın Brüksel’de kurdukları ve aynı zamanda çok kültürlü bir eğitim merkezi olan “Güneş Atölyeleri”ne yer veriyordu.
Çokça kullanılmış demir daktilo tuşlarının insanı irite eden sesiyle açılan gösteri, bir yerden sonra birbirini tekrar eden atölye görüntüleri ile sıkıcı bir hal alıyordu. Atölye faaliyetleri, kameranın dozajı kaçmış sarsıntısı ve hızlı plan geçişleri ise aynı zamanda seyri yorucu kılıyordu. Herhangi bir manevi duygunun geçmediği film sona erdiğinde adeta rahatlamış, ancak çok geçmeden bu rahatlamanın yerini kafama üşüşen sorular almıştı. Atölye faaliyetlerine neden bu denli yer verilmişti? Ne ki ölçünün kaçmasıyla birlikte ana konunun etkisi dağılmıştı. Bu çok şeye değinme çabası ve diğer teknik sorunlar maalesef belgeseli genelgeçer kılmakla kalmamış, soruların içeriğine bağlı olsa gerek anlatılanlar, çokça dillendirilen ve bilinen hususları tekrar etmekten öte geçememişti.
“Zekice cevaplar bekliyorsan zekice sorular sor.” diyordu Goethe. Bu sözü dile getirdiği bir söyleşide Andrey Tarkovski şu cümleleri kuruyordu: “Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması.” Kendisine rüştünü ispatlamış yazar ve gazetecilerin mikrofon uzatmasına karşın sinemanın dehası, süregelen kadim bir zaafa değiniyor, kip bir duruş sergiliyor ve soruların, yapılan işin niteliğini belirleyen çok önemli bir unsur olduğunu aralıyordu. Bu gün duruş ve nitelik anlamını yitirmekle birlikte, genel anlamda bir kayıtsızlık söz konusu. Öte yandan sosyal, toplumsal ve siyasal içeriğe sahip çalışmalara yöneltilen küçük bir eleştirinin, yorumun yahut sorunun suizanla karşılanması ise başlı başlına bir sorun.
Hiç unutmam, her aralık ayının o meşum günlerinde anılan “Maraş Katliamı” ile ilgili bir etkinliğe katılmıştık. Ancak projektörden perdeye yansıyan görüntünün aşırı eğikliği canımızı sıkıyordu. Çok geçmeden dayanamayıp müdahale ettik. İlkinde ses veren olmadı. “İyi de düzeltelim, böyle izlenmiyor!” diye tekrar ikaz ettiğimizde “Sessiz olur musunuz!”, “Ne önemi var?”, “İnsanlar katledilmiş bunlar neyin derdinde.” gibi duygusal serzenişlere maruz kalmıştık. Bu tür siyasal ve toplumsal olayların anlatıldığı, önemli isimlerin, siyasi kişiliklerin ve çeşitli konuların işlendiği sayısız etkinliğe katıldım. Benzer tutumların yanı sıra konuya yüzeysel yaklaşmak, özneyi gerçekliğinden koparmak ve konunun muhteviyatına dair birçok hususun eksik bırakılması, önemli ortak zaaflar olarak öne çıkıyordu.
Burçak Evren bir söyleşide anlatmış, henüz jenerik aşamasında filmi izlemeden salonu terk eden jüri üyelerinden söz etmişti. Bunun nedenini sorduğu kişilerse “henüz jeneriğin standartları tutturamadığını, bir özensizliğin söz konusu olduğunu ve bu nedenle filmi izlemeye değer bulmadıklarını” söylemişti.
Herhangi bir konuyu filme almak, o filme konuşmalar, alıntılar ve görüntüler eklemek, iyi müzikler seçmek, hatta tanınmış bir ismi konu edinerek dikkat çekmek, ilgi görmek mümkün. Ancak bunlar bir filmi yahut bir belgeseli yeterli kılacak unsurlar değildir.
İdeal ve hakkıyla yapılmış iyi örneklere bakılabilir. Bu bağlamada Buene Vista Social Club, Toprağın Tuzu, Microcosmos, Samsara, 60 Ton, Ekümenopolis: Ucu Olmaya Şehir, ilk aklıma gelenler. Mesela “yün” belgeseli için dünyada yün hakkında yazılmış tüm kaynakların toplanıp gözden geçirildiğini ve çalışmaya böyle başlandığını hatırlatalım. “İyi de biz amatörüz, ne öyle işler ne de öyle araştırmalar yapacak imkân ve olanaklarımız var!” gibi mazeretler mazur görülemez. Ne ki çok düşük bütçelerle yapılmış müthiş kip çalışmalar var, tarihe geçen.
Bir başka örnekle konuyu açmaya devam edelim. İhmal, tedbirsizlik ve pervasız kâr hırsının yol açtığı Soma’da yaşanan maden faciası, dile kolay, “üç yüz bir” insanın hayatına mal olmuştu. Bu talihsiz gelişmeden yaklaşık bir yıl sonra “Soma” başlıklı bir gösteriye katıldım. Çeşitli alıntılarla başlayan gösteriye bir müzik eşlik ediyor, perdeye sürece ilişkin görüntüler yansıyordu. Gösteri sahibi sunumu öncesinde duygusal bir konuşma yapmış, öğretmen olduğunu, ilk görev yerine zor ulaştığını, karla kaplı yollarda mahsur kaldığını anlatmıştı. Gösteri bittiğinde bir alkış koptu. Tebrikler, kutlamalar, teşekkürler havada uçuşuyordu. Hal böyleyken gösteriye dair söz söylemek zordu. Ancak öte yandan çalışma çokça görülen temel bir hatayı aralıyordu. Ne ki ölümden gündelik yaşama, direnişten yasa, gösteriye konu olan her şey aynı ışık altında fotoğraflanmıştı.
Bu hususu ileride açacağımızı hatırlatıp devam edelim. Hemen her yerde benzer bir manzara çizen etkinliklerin o atmosferi ve konunun hassasiyeti, çoğu zaman tartışmayı, soru sormayı ve sorgulamayı bertaraf ediyor. Bir tespit olarak değindiğimiz bu hususlar bir yana asıl meramımız bir olgunun, olayın, ismin yahut sosyal konuların ele alınmasında yaşanan sorunlara dikkat çekmek. İstisnalar dışında yapılan işlerin genelde popüler kaygıyla ya da ilişki geliştirmek yahut şöhretli isimler üzerinden popülarite devşirmek gibi niyetlerle yapıldığını hatırlatmak.
Görüntü üzerine kurulmuş tüm disiplinler, genelde içerik ve biçim olarak iki genel yapılanmadan oluşur. Müzikten sese, renkten jeneriğe tüm benzer ögeler biçimsel yapılanmayı oluşturmakla birlikte içeriği pekiştirmek için bilinçli tercih edilir. Ama gel gör ki “Vatansız” belgeseli için böyle bilinçli bir tercihten, biçim ve içerik ilişkisinden söz etmek zordu. Keza duru bir anlatımdan, öne çıkan bir ana konudan, ana konuyu aralayan yan konulardan ve bu saiklerle üzerinde çalışılmış bir kurgu ve de senaryodan.
Öte yandan ışık, her duygu, durum ve ifadeye göre özel olarak seçilmesi gereken, hayati öneme sahip bir unsurdu. “Otlayan at ile kişneyen at” meselesi, görüntü ile uğraşanların kulaklarına küpe olacak bir öneme sahipti. Her iki atı aynı ışık altında çekmek, bu alanda yaşanan en büyük hata olarak akademilerde anlatılan ders konusuydu. Çünkü kişneyen at ile otlayan atın duygusu bambaşkaydı. Özetle ışığın, duyguyla direkt ilişkisi vardı. Duygu ve hisleri aktarmanın yegâne aracı ışıktı. Hal böyleyken belgesel, başından sonuna tek düze bir ışık altında çekilmiş, dolayısıyla herhangi bir hissin, duygunun izleyiciye geçmesi -sehven de olsa- heba edilmişti. Kolayca anlaşılacak bir ifadeyle umutlu bir konuşmaya eşlik eden güneşli, cıvıl cıvıl bir sabaha yer verilmemiş, filmin edebi yanı sayılan birçok husus atlanmıştı.
Başka sorunları da vardı belgeselin, fakat konunun anlaşıldığını düşünerek sözlerimi toparlıyorum. “Yapay Zeka”ya yazdırdığı makalelerle övünenleri değil de bunu eleştirenleri tepkiyle karşılayanlar, basit ve kolay olana tevessül edenler, vasatın ve sıradanlığın hâkimiyetine kayıtsız kalanlar, bugün çoğunluk gibi görünüyor. Ancak hayat bunların zıddını da yaratıyor. Bir tavsiye niteliğindeki sözlerimiz her şeye rağmen benzer çalışmalarla bahsi geçen konulara değinecek zıtlara gelsin. Araç edinilen disiplini yapısal özelliklerine indirgeyecek bilginin, o işi başarmanın yarısı olduğu unutulmamalı. Konu sosyal, kaldırır gibi yanılgılara kapılıp eksik ve hatalı olan mubah görülmemeli. Aksi takdirde çalışmanın sırtını içeriğe, konunun hassasiyetine yasladığı varsayılır ki bu açık bir “istismar”dır.
Dahası her ne yapılıyorsa yapılsın, işin kolayına kaçmadan hakkıyla yapılması samimiyet ve etik testinin kendisi ve göstergesidir. Araç edinilen disipline ve daha önce yapılan işlere duyulan saygıysa cabası.
Engin Kaban – 25.12.2024
İlk yorum yapan olun