DAĞIN ETEĞİNDEKİ ŞEHİR: MANİSA

Dağın Eteğindeki Şehir: Manisa

Magnetler, Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler ve diğerleri… Geçmişi Tunç Çağı’na uzanan bir uygarlık beşiği. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklara kucak açmış; isyanlar, baskınlar, savaşlar görmüş… Efsanevi Spil Dağı’nın ışığıyla aydınlanan Manisa, büyük ve derin öyküsüyle geçmişten geleceğe uzanıyor.

Yazı ve Fotoğraflar: Engin KABAN

Buraya birkaç kez geldim. Birini nisan ayına, Mesir Macunu Şenlikleri’ne denk getirmiştim. Manisa bayram yeriydi. Davul zurna çalıyor, bandolar geçiyor, mehter takımı yeri göğü inletiyordu. Caddeleri, parkları ve meydanları süslenmiş kent telaş içindeydi. Pazar günü Sultan Camisi’nden mesir macunu saçılacaktı. Sabahı zor etmiş, ertesi gün caminin şerefesinde yerimi almıştım. Dile kolay, bugün 478 yıldır süregelen bir geleneğe, mahşeri kalabalığa ve macun kapmak için verilen mücadeleye tanık olacaktım. Mücadele boşuna değildi. Envai çeşit faydası olan macun sinameki, günbalı, sakız, anason, zağferan, ravent, meyan balı ve safran gibi kırk bir çeşit doğal üründen oluşuyor, aynı zamanda kanı temizlediği ve hatta afrodizyak etkisi olduğu söyleniyordu.

Bir gelişimde kıştı. Kar yağmış Spil’in üstüne bulutlar çökmüş ve sisin içinde dağın kederli yüzü belli belirsizdi. Gidip gelen bulutların arasından pare pare ışıklar sızıyordu. Milli park ilan edilmiş görkemli Spil Dağı’nı ziyaret etmek için yola çıktığımızda bize ilk selamı ışığa kesmiş Ağlayan Kaya çakmıştı. Bir taş yığını gibi duran bu kaya kütlesi, açı değiştirdiğimizde ağlayan insan profili sergiliyordu. O profil, kaybettiği çocuklarına ağlayıp taş kesilen Niobe’den başkası değildi. Efsaneye göre Niobe, Lidya kralı Tantalos’un kızıydı. Tanrıça Leto ile arkadaştı ve her şey bu iki arkadaşın evlenmesinden sonra olmuştu. Gerisini antikçağ yazarı Homeros’tan nakledelim:

“Oysa on iki çocuğu ölmüştü sarayında.
Altı kızı, altı ergen oğlu.
Apollon öfkelenmişti Niobe’ye,
Öldürmüştü oğullarını gümüş yayıyla,
Kızlarını da okçu Artemis öldürmüştü.
Niobe güzel yanaklı Leto ile bir tutuyordu kendini.
Leto iki çocuk doğurdu bense bir düzine diyordu.
İki kişi Apollon ile Artemis öldürdü hepsini.”

Niobe’den başlayan o gezimiz kentin geçmişine yapılan bir yolculuktu. Efsanelerinden mitolojisine, antik kentlerinden tarihi dokusuna.

Ancak bu son gezimizde bana yabancı gelmişti kent. Birçoğu kötü restorasyona maruz kalmış ibadethaneler, tarihi yapılar, mimari ve kültürel doku, diğer Anadolu kentlerinde olduğu gibi burada da maalesef adeta bir seferberlikte yürütülen yapılaşmanın gölgesinde kalmıştı.

Gezimizin ikinci gününde soluğu, Türklerin eline geçtikten sonra Sart olarak anılan Lidya Krallığı’nın başkenti Sardis’te alıyoruz. Ancak daha sonra ziyaret ettiğimiz Manisa Müzesi’nde ve Aigai antik kentinde fotoğraf çekmemiz engelleniyor. Elinde, çektiği fotoğraflar billboard olacak bir telefonla hemen her şeyin görüntüsünü alan yabancı turistler sorun teşkil etmezken bizlerin fotoğraf çekmesi engelleniyor: “Yassak!”

“Manisa, güzel şehir ancak yeterince girişimci değil ve İzmir’in gölgesinde kalmış.” Bu cümleyi kuran Ethem Battal 60 yaşında ve kendi deyimiyle Manisa’nın yerlisi. Battal ile Sultan Yaylası’nda tanışıyoruz. Rivayet o ki Şehzadeler kenti Manisa’ya oğlu Süleyman Çelebi’yi eğitime gönderen Yıldırım Bayezid, Spil Dağı’nda birçok yere ciğer astırır. İlk asılanlar kurda kuşa meze olur. Bunun üzerine etler, bir kafes içinde asılarak bir hafta bekletilir. Yalnızca Sultan Yaylası’nın kurulduğu yere asılan et bozulmaz, diğerleriyse çürür. Böylelikle buraya sultanlar için bir yayla kurulması emrini verir Bayezid. Diğer adı Kiraz Yaylası olan Sultan Yaylası’na yolumuzu düşürense Cumhur Vidinlioğlu olmuştu. Misafirperverliği ve içtenliği gözden kaçmayan altmışlık Cumhur Bey ve eşi Aynur Hanım bize tarımla ilgili oldukça önemli bilgiler veriyor: “Bu yıl kirazdan kâr etmedik, başa baş çıktık.” diye söze giren uzun boylu mavi gözlü adam, tarımın her geçen gün zorlaştığından, özellikle mazotun pahalılığından ve ilgisizlikten şikâyet ediyor. Eskiden sadece bir çeşit gübre kullanırken bugün onlarca çeşit ilaç ve gübre kullandıklarını belirtip devam ediyor: “Son zamanlarda birçok hastalık ve haşere ortaya çıktı. Belki de bu hastalıkların birçoğuna ilaçlar sebep oluyordur, emin değilim ama ilaçlar çoğaldıkça hastalıklar da çoğaldı.”

Hasadın birkaç yıldır erken yapıldığını ve bunun sonucunda meyvenin tat kaybettiğini hatırlatan Battal söze giriyor ve “Tarımdaki gerilemeyi saymazsak Manisa’nın en büyük sorunu trafiktir!” diyor.

Bedreddin’in Düşü

Yollar, caddeler, meydanlar, sokaklar, kaldırımlar, kapı önleri ve hemen her yer Ethem Battal’ın dediği gibi hıncahınç araçla dolu. Arabamızı park etmek için şehir içinde turlarken rehberim Hüseyin Selbaşı, Şeyh Bedrettin ve bu kadim topraklarda onun fikirlerini yayan Torlak Kemal’den söz ediyor.

“Torlak Kemâlle Mustafa öptüler şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından dizlerinde çırılçıplak bir kılıç heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar.
Kitaplarının adı Varidat’dı.”

Kimilerine göre büyük bir İslâm âlimi ve hukukçu, kimilerine göreyse eşitlikçi bir düzen arayan kuramcı ve eylemci Bedrettin’i yazanlar onun şiarını Nâzım Hikmet’in şu şiiriyle özetler:

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı
her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek…”

Ardında on binlerce insanın toplanmasının sebebi, eşitlik arzusu ve adalet duygusu. Yıl 1415. O zamanlar süren taht kavgası, sonu gelmez savaşlar, açlık, yoksulluk, ticaret ve tarıma getirilen kısıtlamalar gibi birçok husus da, o büyük karşı çıkışın sebepleri arasında sayılmış. Lakin hem Şeyh Bedreddin’in söyledikleri isyan sayılmış hem de saydığımız sebepler başkaldırıyı tetiklemiş. Bundan sonrasıysa alıntılar yaptığımız Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nda anlatıldığı gibidir:

“Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını.”

Yeşil Derya

Sabahın erken saatleri ama temmuz sıcağı yakıp kavuruyor. Bir ucu şehir merkezine diğer ucu öğretmen evine uzanan İbrahim Gökçen Bulvarı’ndan Ulu Park’a doğru yürüyorum. 19. yüzyıl gezginlerinin yeşil bir derya diye söz ettiği Manisa’nın birçok yerine parklar kurulmuş. Doğa, insan ve kentle uyumu, estetiği ve güzelliği tartışılır olsa da buralarda bahçe düzenlemeleri yeni deyimle peyzajlar yapılmış. Yolun kıyısında kamışlarla süslenmiş böyle küçük bir parkta soluklanıp notlar alıyor, günün planını çıkarıyorum. O anda ne olduğunu tanımlayamadığım bir gürültü kopuyor. Başımı kaldırdığımda yerde yan yatmış bir motosiklet ve bir insan görüyorum. Bir kaza olduğunu fark edip telaşla kalktığım banktan olay yerine yöneliyor ve o sırada motosikletinden düşen adamın doğrulduğunu, iki gencin yardıma koştuğunu, yolun ortasında bir arabanın durduğunu, arabadan söylenerek birisinin indiğini, o aracın motosikletle çarpıştığını, gözümün önünden geçen film şeridi gibi izliyorum. Her şey saniyeler içinde cereyan ediyor. Derken olay yerinde birçok insan ve polisler peyda oluyor. Gençler, amca bir şeyin var mı, diye soruyor. Sonradan gelenler ağrısı, sızısı olup olmadığını. Polisler benzer soruları yineliyor. Kalabalığın arasından cana değil mala gelsin diyenler, buna benzer cümleler kuranlar oluyor. Yaşlı adam, ağlamaklı yüz ifadesiyle yardıma koşanların kaldırdığı motosikletinin bagajını açmaya çabalıyor. Ancak kapak bir türlü açılmıyor. Elleri titrediğinden mi yoksa bagaj arıza yaptığından mı belli değil. Polis, belli ki pek korkmuş bu yaşlı sayılabilecek adamı sakinleştirmek için özel çaba harcıyor. Herkes sanki bir yakını, sanki babası yahut dedesiymiş gibi bu adama bir şeyler yapmanın, yardım etmenin telaşı içinde. Derken amcanın gözünden yaşlar dökülüyor. İri su damlaları insanın içine işliyor. Çaresiz ve masum o yüz ifadesine daha fazla dayanamıyor, gözlerim de sulanınca yola koyuluyorum. Tarifsiz bir efkâr sarıp sarmalıyor. Bu efkârın içinde hüzün de, sevinç de, umut da var. Hâlâ yardıma koşan, hâlâ vicdanlı ve duyarlı insanların olması az şey mi bu devirde?

Manisa Tarzanı

Şehrin orta yerinde uzanan Ulu Park’a bu duygularla giriyorum. Adını, göğe uzanan ulu ağaçlardan alan parktan gündüz bile geçmeye ürperirmiş insanlar. O zamanlar asırlık çınarlarla kaplı bir ormanı andıran bu alanın bir köşesi mezarlıkmış. Kentleşme denen illet, ne asırlık ağaç, ne çınar, ne de mezarlık bırakmış. Ağaçlar kesilip yerine havuz, mezarlığın taşındığı yereyse kısmen kafeterya işlevi de gören çay bahçeleri kurulmuş. Birçoğu Tarzan’ın eseri bu ağaçların kıyımı 1982 yılında başlamış. Bu bilgileri aktaran Tuncay Çınar, doğma büyüme Manisalı. Tarzan’ın kemikleri sızlıyor diye karşı çıkanlar oldu ama fayda etmedi, diyor: “Bir zamanlar Manisa’nın birçok yerinde dereler akardı. Yaz kış suyu eksilmeyen bu derelerden çocuklar, Tarzan’ın diktiği ağaçlara su taşırdı. O çocukların içinde ben de vardım.”

Tarifsiz bir tutkuyla doğaya sevdalı Ahmet Carlak, namı diğer Manisa Tarzanı, kendini şöyle özetliyor: “Yaşayışım gayet basittir. Kulübeden ibaret evim meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle çevrilmiş cennet gibidir. Yazın yaş, kışın kuru meyve yerim. Günde iki üç kez buz gibi suyla yıkanırım. Türk müziğine hayranım. Sinemanın tutkunuyum. Gazete ve dergi elimden düşmez, hepsini alır okurum. Zaten, dertle gamı bunlarla unutuyorum.”

Bundan tam doksan beş yıl önce Manisa’ya ayak bastığında onu gören ahali, ayakları çıplak, saçı sakalı uzamış, üstünde libas olmayan bu garip adamın meczup olduğuna kanaat getirmiş. Sonraki yıllarda yalnızca siyah bir şortla dolaşan bu adamın bir derviş olduğuna karar verip ona Hacı demeye başlamış. Spil Dağı’nın eteklerinde kendi yaptığı kulübede yaşayan çıplak adam, tamir ettiği bir topu her gün, saat on ikide patlatmaya başlayınca bu kez lakabı Topçu Hacı olmuş. Bunun dışında ağaç dikmekten, onlara bakmaktan, sebze ve meyve yetiştirmekten başka işi olmayan Carlak, 1934 yılından sonraysa Tarzan adını almış. Bu isimde payı olanlar, aynı yıllarda Manisa’da gösterime giren Tarzan filmini izleyenlerden başkası değil. Tarzan ile Topçu Hacı arasındaki benzerlik filmi izleyenlerin dikkatinden kaçmamış.

Ta o zamanlar başlayan betonlaşma ve teneke uygarlığına açılan yollar için ünü ülke dışına taşan Manisa Tarzan’ının diktiği ağaçlara ilk balta 1957 yılında vurulmuş. Balta seslerini dağdan duyarak şehre inen Tarzan, yetiştirdiği ağaçların kesildiğini görünce bağırıp, çağırıp ardından da büyük bir çığlık atmış ve çocuklarım dediği ağaçların başında oturup ağlamaya başlamış. Rivayet o ki ardı arkası kesilmeyen bu doğa ve ağaç kıyımına fazlasıyla kahırlanan Tarzan hastalanmış ve bu nedenle 1963 yılında hayata gözlerini yummuş.

Spil Dağı’nın Gölgesinde

O gün, bitmek bilmedi. Gün, ufka doğru yaklaşırken Manisa Kalesi’nde mola veriyoruz. Spil Dağı’nın kuzey yamacına kurulmuş ve Sandıkkale olarak da anılan bu kalenin yapım tarihi bilinmiyor. Ancak 13. yüzyıla tarihlenen ve bir zamanlar hayli görkemli olduğu gözden kaçmayan Sandıkkale, Bizans mimarisinin izlerini taşıyor. Kaleden ayrılıp Spil Dağı’na tırmanıyoruz. Akşam, tüm güzelliğini takıp takıştırmış. Yazla birlikte ağaçlarda cırcır böcekleri ötüyor. Hava karardıkça ötüşleri artan cırcır böceklerinin hep bir ağızdan çıkardığı bu seslerin, kulağa ne denli hoş gelebileceğinin bilincine işte bu son Manisa gezimde vardım. On beş yirmi dakikalık bir dağ yolculuğunun ardından seyir tepesine vardığımızda güneş, geçtiği yerleri kızıla boyayan ateşten bir topa dönmüş, yavaş yavaş dağların ardına çekiliyordu. Ala mora boyanmış o dağlar Yund Dağı silsilesiydi ve tam karşımızda duruyordu. Kuş bakışı baktığımız Manisa, cılız ışıklarını yakmış tam altımızda uzanıyordu. Dağın havası, kokusu ve eşsiz manzara, insanda ne dert ne de tasa bırakıyordu.

Manisa, doğal güzelliği ile ünlü Spil ve bir sıradağ gibi uzanan Yund Dağı arasında, Gediz ovasını da içine alan geniş düzlüğe kurulmuş. Derler ki Manisa’nın yerlisi Yund Dağı’nda yaşayan Yörüklerdir. Bir zamanlar oldukça sulak bir alan olan şimdiki Manisa’da halkın tek geçim kaynağı hayvancılıkmış. Daha çok büyük baş hayvancılık yapan o insanların başı zehirli bir kurbağayla dertteymiş. Bu zehirli kurbağayı yutan ya da ısırılan büyük başlar şişer ve şişen hayvan çoğu zaman can verirmiş. Bunun üzerine Manisalılar çareyi Yund Dağı’nın yaylalarına çıkmakta bulmuş ve buralara köyler kurmuş. Bugün Manisa nüfusunun oluşturan kalabalıklar içinde onların deyimi ile muhacirler çoğunlukta. Bunların başını Selanik, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya’dan göçenler çekiyor. Bu bilgileri aktaran Tuncay Çınar doğma büyüme Manisalıyım ama dedem Selanik göçmeni, diyor. 1922 yılında Manisa’nın büyük bir yangın geçirdiğini ve tarihi evlerin önemli ölçüde yandığını hatırlatansa Ender Türkay. Bu ilgili ve sıcak iki insanla bir çay molasında tanışıyoruz. Manisa’da doğup 1982 yılında İstanbul’a sonra tekrar Manisa’ya yerleşen Türkay “Eskiler, o olayı yangından önce ya da yangından sonra diye bir milat olarak kullanırdı.” diyor. Emekli olduktan sonra çocuklarıyla birlikte açtığı lokantada zaman geçirdiğini söyleyen bu dinç adam sözü bağlara getiriyor. “1965’lerde, yetmişlerde, Manisa’nın yerlisi yazı bağlarda geçirirdi. Okullar tatil olur olmaz, herkes bağlara taşınırdı. O zamanlar hemen herkesin bağı vardı. Şimdi bağlar da azaldı, bağa gidenler de.”

Temmuz ortası. Hava pırıl pırıl. Beni camiler içinde en çok cezbeden Muradiye Camisi’nin önüne oturmuş Manisa üzerine yazılanları okuyorum. Kentin geçmişi yontma taş devrine dek uzanıyor. Manisa’nın Kula ilçesinde yer alan ve Yanık Ülke (Katakekaumene) olarak anılan bu bölgede yapılan araştırmalarda, yaklaşık 25 bin yıl öncesine ait ayak izleri bulunmuş. Bu devrin insanlarını saymazsak kitaplar, Yunanistan’ın Teselya Bölgesi’nden Batı Anadolu’ya göç eden Magnetleri, Manisa’nın ilk kurucuları arasında sayıyor. Sonra sırasıyla bu topraklara Hititler, Frigler, İyonyalılar, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Saruhanlılar ve Osmanlılar hâkim olmuş. Elden ele geçmiş, Celali ve Suhte ayaklanmalarına, baskınlara, savaşlara ve yıkımlara sahne olmuş Manisa. İsmail Hakkı Gökdağ, selam verip yanıma oturuyor. Bir anda başlayan sohbetimiz koyulaşıyor. “Köyler boşaldı!” diyor kısık sesle. Gökdağ, Saruhan’dan Manisa’ya göçeli beş yıl olmuş. “Dağları hazine zapt edip tütüne devlet kota koyunca her şeyi bırakıp geldik buraya.” diyor. Ya şimdi… İdare ediyoruz, diye özetlediği bir yaşam sürüyor şehirde.

Bağa doğru giderken, o ihtiyar adamın son sözleri kulağımda çınlıyor: “Zaman değişti, toprağı bilen yok.” Bugün rehberim, Fethiye Dizim. İstanbul’dan arkadaşım Dizim, doğduğu topraklara geri dönenlerden. Şehir merkezinden yaklaşık 20 dakikada vardığımız baba yadigârı bağda bizi annesi Hanife Dizim karşılıyor. Altı yüz yıllık bir çınar altında hasret gideriyoruz. “Burası” diyor annesi, “bir zamanlar kervanların konakladığı yermiş, burada hanlar ve konaklar varmış.” Şimdiyse Sultan Yaylası’nda ve birçok yerde olduğu gibi o yapı ve eserlerin yerinde yeller esiyor. Ne iz, ne kalıntı…

Akşam yemeğimizde sözü bir Azmi Dizim alıyor, bir eşi Hanife Dizim. Toprağa bağlı bu cefakâr insanlar üzümün, incirin ve zeytinin deyim yerindeyse piri. Öyle ki Hanife Dizim, “Asmalar benimle konuşuyor.” diyor. Ancak onlar da ekip biçen ve meyve yetiştiren birçok insan gibi benzer sıkıntıları dile getiriyor. “Müteahhitler geldi, toprağımızı kimseye vermeyiz, satmayız dedim.” diyor baba. Anneyse tam da kentleşmenin yol açtığı sorunlara değiniyor: “Şehirler büyüdükçe saygı, sevgi azalıyor. Kimse kimseyi tanımıyor ve komşuluk bitiyor.” Sohbet dönüp dolaşıp üzüme geliyor. 67 yaşındaki kadın, alın teri akıtıp bir yıl uğraş verdikleri işlerinin karşılığını alamadıklarını ifade ediyor. “Üzümün zahmeti çok, getirisi az. Eşimin emekli maaşı olmasa zor geçiniriz.”

Mesire kültürü bugün de süren Manisa’da akşam olunca irili ufaklı parklara, bahçelere, yeşil alanlara, meydanlara, yol kenarlarına masalar atılıyor ve bir anda şehir çay bahçesine dönüyor. Bağ evinden ayrılırken doğunun cümle yıldızı Manisa’nın üstüne dizilmişti. Günün son molasını Mevlana Çay Bahçesi’nde verip dönüş yolunu tutuyoruz.

Dönüş yolunda aklım Manisa’da kalıyor. Anlatacak birçok öykü, değinecek birçok şey var. Ama ben yazımı, inceliği ve iyiliği insanı utandıran Adil Musluoğlu’nun şu sözleriyle noktalamak istiyorum: “Çiftçinin karnını yarmışlar, kırk tane yıl çıkmış: Bu sene kazanamadık seneye. Bu sene hastalık yaptı seneye. Bu sene ürün az oldu inşallah seneye.”

Bu yazı, Ekim 2018’de Magma Dergisi’nde yayınlamıştır.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*