
Gazetecilik ve ‘Çalışan Gazeteciler Günü’…
Farklı fikir, düşünce ve eleştiriden ötürü duyulan rahatsızlığa hoşgörü, tahammül ve açıklık gibi meziyetlerden yoksun olmanın yanı sıra yetersizlik hissiyle oluşan kompleksin neden olduğu uzmanların görüşü. Keza psikolojik sebepler ve başka şeyler de sıralanıyor ki bunların yeri değil.
Azı çoğu bir bu hususun büyük sorunlar doğuracak bir tehlikenin ilk arazı olarak hafife alınmaması, “Önemli uyarı” diye başlayan cümleler eşliğinde ifade edilir. Ne ki zamanla envai çeşit zaafa evrilen o rahatsızlığın içine bir de “siyaset” ve/veya “siyasallaşmış din” girdiğinde neler yaşandığına hep birlikte tanık olduk. Ülkemizde ve dünyada gazeteciden aydına, bilim insanından üniversite hocasına ne çok nitelikli insanın canına kıyıldı. Bunun altında yatan nedenlerin başını tahmin edildiği gibi tahammül göstermek, katlanmak, hoş görmek, saygı duymak ve empati kurmak gibi insani vasıfları tamamen körelten “ırkçılık”, “milliyetçilik” ve her türlü “ayrımcılık” çekiyor. Gerici, tutucu ve şiddet içeren görüşler, başka psikolojik sebepler de sayılabilir elbet.

Fikir ve düşünceler, ifade biçimleri herkesi ikna etmeyebilir. Hatta kimilerine kışkırtıcı, sert ve öfkeli gelebilir. Bir polemiğe tevessül edip bu kavramların görece olduğunu söylemiyorum. Ancak herkesten aynı tavrı, duruşu ve tepkiyi beklemenin, özü es geçip biçime takılmanın yahut onu referans almanın doğru olmadığını söylemeye çalışıyorum.
Dahası tüm değerlerin içinin boşaldığı, bencilliğin, sahteliğin ve yalanın hüküm sürdüğü bir devirden geçiyoruz. Hal böyleyken dilin sertliği yahut yumuşaklığı hakikat nezdinde referans teşkil etmiyor. Meşhur Sülün Osman’ı hatırlatalım. Gayet güzel konuşan, kibar ve beyefendi bir dolandırıcı olarak tarihe geçti. Hatta Sülün Osman, “Asıl dolandırıcı olan, fırsatçılık yapan o insanlardı” demişti. Öte yandan herkesin tarzı, kendini ifade etme biçimi farklıdır. Tarih bize sert ve kavga eder gibi konuşan olağanüstü insanları da; ipek gibi bir ses tonuyla konuşan zalimleri de gösterdi.
Dahası asıl problemin, aksine bütün bu kepazeliğin ve bu berbat gidişatın karşısında öfkelenmemek ve kayıtsız kalmak olduğunu söyleyenler de var. Bundan bin yıl önce filozoflar, “Küçük bir yanlışa ve kötülüğe sekter olmayanlar, son tahlilde doğruya, güzele ve iyiye sekter olurlar” demişti.

Bu girizgâhla niyetim fikir ve düşün insanlarının, sanatçıların ve elbet de gazetecilerin kendini ifade etme biçimlerinin farklı, alışılmışın dışında, hatta sert ve sekter olabileceğini hatırlatmaktır. Diğer yandan gazetecilikle hemhal olanlar bir haberi yahut bir olayı yorumlama konusunda özgür, bağımsız, her türlü sansür ve “Elalem ne der” belasından muaf olmalıdır.
Ancak bilindiği üzere gazetecinin aynı zamanda topluma karşı ahlaki bir sorumluluğu vardır ve bu husus gazeteciliğin olmazsa olmaz ön koşuludur. Etik ve vicdandan müteşekkil bu koşul, gerçeği eğip bükmeye, çarpıtmaya ve değiştirmeye katiyen müsaade etmez.
Mamafih uzun yıllardır dünyada ve özellikle Türkiye’de gazetecilik içler acısı bir manzaraya büründü. Bir meslek olarak görülen gazetecilik, kendine nicedir nitelikli bir eleştiri getirmedi. Erkek egemen dil, olağan bir hal alan yakışıksız ve saldırgan manşetler handiyse tüm basına hâkim oldu. Aynı yüzlerin, aynı vasat fikirleri ve siyasi dalaşmaları, “gazeteci tartışmaları” olarak lanse edildi. Dahası ülkemizde gazetecilik ve/veya habercilik, çarpık sermaye ilişkileri, siyasal baskılar, kendilerine sağlanan imkânlar ve bunun doğurduğu tavizlerle satın alındı. Bu alışveriş sonucunda ortaya çıkan “medya muktedirleri” ve bu vahim gelişmeleri enikonu tartışmak isterdim. Lakin bunlar derin ve kapsamlı bir mesele olması hasebiyle uzun yazıların konusu.

Ancak şimdilik köşe yazıları yazan bir gazeteci olarak gazeteciliğe dair şunları ekleyebilirim: Gazeteci hayata ve insana dair tüm gelişmeleri yorumlar. Her şeyi irdeler. Halkın, ötekinin ve ille de mağdurun sesi olur. Farklı bakış açıları getirir. Soru sorar. Sorgular. Ayrıntılara takılır. Çünkü şeytanın ayrıntılarda gizli olduğunu bilir. Ama aynı zamanda şeytanın avukatlığını yapar. Elbet fikrini de söyler. Neden öyle düşündüğünü bilimsel parametrelerle ortaya koyar. Ama aslı astarı, delili ve belgesi olmayan bir konuda iddiada bulunmaz. İsimsiz ve kaynaksız alıntı yapmaz. Toplumu galeyana getiren, şiddet ve nefret içeren bir habere, yazıya ve yoruma asla yer vermez. Toplumun inançlarını suistimal etmez. Taraf olmaz. Yaptığı sağlıklı eleştiriler ile toplumun gelişmesine katkı sunar. Çoğaltmak mümkün, ancak genel hatlarıyla meselenin anlaşıldığını düşünüyorum.
Her zamanki gibi şıpın işi yazıyorum. Bu benim tarzım. Çoğu zaman bir konuyu, bir faaliyeti yahut herhangi bir hususu kafama takıyor, orada hayli zaman muhakeme ediyor, sonra ne oluyorsa yazmaya karar veriyorum. Beni bu yazıyı yazmaya itense geçenlerde kutlanan “Çalışan Gazeteciler Günü”ne dair sosyal medyada dile getirilen bazı yorumlar oldu.
Onlardan biri, “Dünyanın hiç bir yerinde böyle bir kutlama yapılmıyor” diyordu. Haklıydı ancak o günün bir başka ülkede kutlanmıyor olmasının bir anlamı yoktu. Çünkü örneğin 23 Nisan dünyada yalnızca ülkemizde kutlanan bir bayramdı. Bir başka yorum ortada büyük bir haksızlık olduğunu ima ediyor ve “Neden yalnızca çalışanlar?” diye bir soru yöneltiyordu. Bir diğer yorumsa işten atılmış, haksızlığa uğramış, baskı görmüş gazetecilere karşı ayrım yapıldığını düşünüp “Ya tüm gazeteciler için kutlansın, ya da kaldırılsın!” diyordu.

Oysa meraklı bir çift göz, interneti şöyle bir tarasa konuya dair epeyce bilgi edinebilirdi. Çalışan gazeteciler günü tabii ki işten çıkarılan, baskı gören, haksızlığa uğrayan ve hapislere atılan gazetecileri de kapsıyor. Çünkü o gün, 1961 yılında resmi gazetede yayımlanan ve basın çalışanlarına yasal güvence sağlayan bir kanunun yürürlüğe girmesiyle kutlanmaya başlıyor. “212 sayılı Fikir İşçileri Kanunu”, tüm gazetecileri kapsadığı gibi onların haklarını güvence altına alıyordu. Öte yandan kanun gazete ve basın kuruluşlarında çalışan, ezcümle gazetecilik mesleğini yürüten tüm insanları onurlandırmakla kalmıyor, gazeteciliği “fikir işçiliği” olarak görüyor ve aynı zamanda gazetecilerin iş sözleşmelerini, sosyal ve yasal haklarını güvence altına alıyordu. Hal böyle olunca dönemin gazetecileri ve kurumları, bu günü bayram olarak kutlama kararı almıştı.
1971’de yaşanan müdahaleye dek “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kutlanan bu gün, ülkeye büyük acılar yaşatan o askeri darbeden sonra “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak kutlanmaya başlıyor. Ne ki o darbelerden bugüne gazetecilerin ve/veya gazete çalışanlarının hakları bir bir ellerinden alınıyor.

Geçmişe gitmişken “Dokuz Patron Olayı ve Basın Gazetesi” başlığı ile anılan o önemli gelişmeye değinmek konuyu daha da anlaşılır kılacaktır.
10 Ocak 1961’de Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Milliyet, Tercüman, Yeni Sabah, Hürriyet ve Yeni İstanbul gazetelerinin patronları aynı gün yürürlüğe giren “Fikir İşçileri Kanunu”nu protesto etmek amacıyla gazetelerini üç gün kapatmıştı. (Oysa gazeteyi patronlar değil çalışanlar çıkarıyordu. Oysa tarihinin büyük düşünür ve felsefecilerinin dediği gibi hayatı onlar kuruyordu.) Bunun üzerine gazeteciler ellerinde pankartlar, Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle sessiz bir yürüyüş düzenlemiş ve yürüyüşe katılanlar “Basın” isimli bir gazete çıkarma kararı almıştı.
11, 12 ve 13 Ocak 1961 tarihlerinde üç sayı olarak çıkan Basın Gazetesi, altın harflerle yazıldı basın tarihine. “Daima Halkın Hizmetindeyiz” manşetiyle yayınlanan gazete, konuya ilişkin şu açıklamaları yapıyordu: “Temel hak ve hürriyetlerimizin kısıtlandığı, memleketin gerçekten eşi görülmemiş bir tehlikeye atıldığı darbe günlerinde bile gazete kapatıp protesto yoluna gitmeyen patronların, şimdi bir ilan kurumu için yaptıkları bu hareket, basın tarihimizde maalesef şerefli bir yer kaplamayacaktır. Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın bir kamu hizmetidir.”
Engin Kaban – 20.01.2025
İlk yorum yapan olun