Dil ağrıyan dişe dokunur…
Merhaba
“Dil, ağrıyan dişe dokunur” diye nicedir vurulduğum bir halk deyimi var. Öyle görünüyor ki bu başlık altında burada, ATGB.Berlin portalında görücüye çıkıyorum. Dile kolay, ta “bin iki yüz” yıl önce “Ben bir insanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen Terentius’u şiar edinerek görüş ve fikirlerimi paylaşıp eleştiriden güncele, denemeden röportaja, sosyal ve kültürel içerikte yazılar ile karşınızda olacağım. Elbette Berlin ve Türkiye özelinde dünyadaki gelişmelere değinmek de düşüncelerim arasında.
Ancak fikrin, önceden “bilgi” payesi verilmiş veriler ile oluşabileceğini sananlardan, isimler ve alıntılar sıralayarak kendi kişiliğini şişirenlerden, genel olarak düşünme üzerinden gelişebilecek gerçek sorulara yabancı kalan ve farklı olanı ötekileştiren veya tahammülsüzlük sergileyen anlayışlardan muzdaribim ki hem benzer tutumlardan hem de “magazin”, “pr” ve “bülten” gazeteciliğinden uzak durmaya özen göstereceğim.
Tanışmak babında kendimden söz ederek devam edeyim: Gözlerimi Bayburt’a açtım, İstanbul’da büyüdüm ve çeşitli nedenlerle yolum Berlin’e düştü. Hayatın tüm alanlarına antenlerimi açık tuttum. Belki de sıra dışı duyarlı, ilgili, biraz da meraklı olmamın sonucuydu bu. Belki de erken yaşlarda başlayan hayat kavgamın. Yaşadıklarım, hayatı bütünsellik içinde değerlendirmenin başka deyişle toplumu ve onun kodlarını kavramanın elzem olduğunu gösterdi. Gerisi hep eksik ve yetersizdi. Derken Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girdim. Orayı başarıyla bitirip Skylife Dergisi’nde fotoğraf editörü olarak çalıştım. Sonrasında sanata ve fotoğrafa yoğunlaştım. Yazmaya başladım. Birçok dergi ve gazetede yazılarım, fotoğraflarım ve foto-röportajlarım yayınlandı. Çeşitli projeler, Türkiye üzerine belgesel çalışmalar, öğretmenlik, gazetecilik ve muhabirlik derken serüvenim böylece sürdü. Ancak her nevi uğraş ve çalışmanın hayatla karşılık bulmasına özen gösterdim. Ayrıntı, takıntı boyutunda minvalim oldu. Ne ki içine, ayrıntılara girdikçe asıl zenginliğin ve hazinenin orada saklı olduğunu fark ettim.
Bir söyleşide, insan düşüncesi belge midir diye bir tartışma açılmıştı. Söyleşinin konuşmacısı olarak buna “evet” yanıtı vermiş ve konuyu enikonu anlatmaya çalışmıştım. Hal böyleyken aynı zamanda ve daha birçok nedenden ötürü düşünceyi, çok değerli bulanlardanım. “Fikirlerinize katılmıyorum ama o fikirleri serbestçe ifade edebilmeniz için canımı veririm.” diyen Voltaire, sözlerinin önemi ve ne denli muteber olduğu aşikârdır. Kurduğumuz yahut kurulan her cümlenin, bir düşüncenin ürünü olduğu da.
Haliyle peşinen sözlerim ve yazacaklarım eksik ya da fazla, olumlu ya da olumsuz bulunabilir ancak bir düşünce olarak kabul görüp hüsnüzanla karşılanmasını temenni ederek, bu satırlara göz süren herkese merhaba diyorum!
“Dil ağrıyan dişe dokunur” derler. Lakin bu dokunmadan açıkça eleştiriyi ve duyarlılığı kastediyorum elbet. Siz de takdir edersiniz ki eleştiri geliştiren, dönüştüren, ufuk açan bir olgu veya eylemdir. Aksi yönde olana zaten eleştiri de denmiyor. Ancak öte yandan eleştiri bize sunulmuş bir elbiseye benzer, aynı zamanda. Beğenmezsek çıkarır atarız. Duyarlılık ise çok yönlü bir sorumluluk olarak bizi biz ve insan yapan yegâne tavrımızdır…
Yazımı noktalamadan önce, ilgisi ve heyecanıyla umut olan Ali Yıldırım’a burada bulunma ve kendimi ifade etme imkânı verdiği için teşekkür ediyor, tüm üye dostlarımızı ve okurlarımızı tekrar selamlıyorum.
Engin Kaban – 03.10.2024