
Recep Maraşlı ile Söyleşi
Bundan tam elli üç yıl önce, Erzurum’un Narman ilçesinde, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun tedrisatından geçmiş bir öğretmen, bir öğrencisinin hayli yetenekli olduğunu fark eder. Aynı zamanda toplumsal gelişmelere duyarlı bu lise öğrencisi Deniz Gezmişlerin idam edilmesini eleştiren bir bildiri kaleme alır. Bu iki önemli gelişme, konuğumuz Maraşlı’nın hayat serüveninde en büyük rolü oynar.
Kendisini “sanat” ve “politika”ya adamış bir gönüllü olarak tanımlayan Recep Maraşlı’nın “Afişler” başlıklı sergisi Familiengarten’da görücüye çıktı. Sergi, 6 Ekim’e kadar gezilebilir.
Klasik soruyla başlayalım, kendinizi tanıtır mısınız? Kimdir Recep Maraşlı?
Böyle bir soruya nasıl yanıt veririm, açıkçası pek düşünmemiştim. Gerçi insan kendini anlatmaya doğumundan başlar ama ben kendimi öncelikle politika ve sanatla uğraşan bir gönüllü olarak tanımlıyorum. Aynı zamanda bir öğrenci ama öğrendiklerini anlatan ve paylaşan bir öğrenci.
Öte yandan 1956 Erzurum doğumluyum. Baba tarafım Erzurum Narmanlı, anne tarafımsa Bitlisli. İkisi de memurdu. Lise ikiye kadar eğitimimi Erzurum’da tamamladım. Lise ikinci sınıfta Deniz Gezmişlerin idam edilmesiyle ilgili bir bildiri hazırladık, okulun teksir makinesinde. Denizler 6 Mayıs’ta asılmıştı, biz bildirileri 22 Mayıs’ta dağıtmıştık.
Sanırım 1972 yılıydı ve ülkede sıkıyönetim vardı. Siz o koşullarda hem de Erzurum’un bir ilçesinde, bir lisede bildiri dağıttınız, öyle mi?
Evet, tam da öyle. Yüze yakın bildiri dağıtmıştık ve bu yüzden büyük olay oldu, bizi hemen tutukladılar, altı kişiydik. Ancak bildiriyi ben yazdığım için beni Diyarbakır cezaevine sevk ettiler. En yakın sıkıyönetim komutanlığı Diyarbakır’daydı ve sıkıyönetimi ihlal etme suçundan tam 16 ay hapis cezası almıştım.
Kaç yaşındaydınız?
16 yaşındaydım. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse o zamanlar Diyarbakır cezaevi çok renkli bir yerdi. 1971 askeri darbesinden sonra tutuklanan birçok insan buraya getirilmişti. İçlerinde Kürt aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve politikacılar vardı.
İyi de çocuk koğuşunda değil miydiniz?
Hayır, yetişkinlerle bir aradaydık. Çünkü darbeyle birlikte bütün cezaevleri ağzına kadar dolmuştu. Buna çocuk cezaevleri de dâhildi. Bu yüzden benim gibi henüz lise çağındaki çocuklar da yetişkinlerle aynı hapishanede, aynı koğuşlarda kalıyordu.
Cezaevinden çıktıktan sonra Hereke’ye geldim, çünkü ailem oraya taşınmıştı. Daha doğrusu, öğretmen olan ablamın tayini buraya çıkmıştı. Burada liseyi tamamlamak istedim ancak bu mümkün olmadı. Çünkü bana “anarşik” olaylara katıldığıma dair bir tasdikname vermişlerdi. Bu yüzden beni Hereke’de okula kabul etmediler. Gebze’ye başvurduk ama orada da almadılar ve mecburen İzmit’e gitmek zorunda kaldım. Ancak mesafe çok uzundu ve nereden baksan yol bir saat sürüyordu. Sonuç olarak oraya da gidemedim.
Sonrasında yayıncılık süreciniz başlıyor sanırım.
Doğru. 1974 Ecevit affıyla birlikte birçok siyasi tutuklu ve düşüncelerinden dolayı hapis yatan insan tahliye olmuştu. Diyarbakır’dan tanıdığım insanlar beni bulup Ankara’da yeni bir yayın evi kuracaklarını ve benim de içinde olmamı istediler. Ne ki cezaevinde resim yapmaya, afiş tasarlamaya o zamanlar başlamıştım ve bunu bildikleri için beni davet etmişlerdi. Ben de hem onları kırmamak hem de okulumu orada bitiririm düşüncesiyle, ailem istememiş olsa da tek başıma Ankara’ya geldim.
Sene 1976 yılıydı ve daha çok Kürt meselesi, ülkemizdeki politik gelişmeler ve azınlıklar üzerine yayınlar hazırlayan, kitaplar, dergiler basan Komal yayınevini kurduk.
Kürt yayıncılığında tarihi bir öneme sahip olduğu söylenen Komal yayınevinde tam olarak ne yapıyordunuz?
Kitap ve kapak tasarımı yapıyordum. İçerikten redaksiyona, matbaadan dağıtıma kadar doğrusu birçok aşamada görev aldım. Ama en çok tasarım konusunda diyebilirim. Bu arada İstanbul’da da bir şubemiz vardı ve yaklaşık bir yıl sonra İstanbul’a taşındık. Ankara’daki baskılar hem her geçen gün artıyordu hem de artık bıkkınlık vermişti. İstanbul bu bakımdan biraz daha rahattı.
İstanbul’da 1977 yılında Rizgari dergisini çıkarmaya başladık ve dergi 12 Eylül’e kadar devam etti ve darbeyle birlikte tüm dergiler gibi bizim dergimiz de kapatıldı. Bu süre zarfında çıkardığımız kitaplardan dolayı bize davalar açıldı ve ben yayınevi sorumlusu olarak Sağmacılar ve Niğde hapishanesine girip çıktım.
12 Eylül 1980 darbesinden bir yıl sonra beni tekrar tutukladılar. Bu kez dergide çıkan yazıların, basılan kitapların yanı sıra örgüt üyeliği suçlamasıyla tutuklanmıştım. İki yıl İstanbul’da kaldıktan sonra beni de Diyarbakır cezaevine aldılar. Çünkü Kürt meselesiyle ilgili tüm davaları Diyarbakır’da topluyorlardı. Ben iki yıl İstanbul, 7 yıl Diyarbakır olmak üzere toplam 9 yıl 2 ay hapishanede kaldım.
Sonra yolunuz Almanya’ya düşüyor sanırım.
1991 yılında Özal affıyla tahliye oldum ve yayın evini tekrar açalım dedik ve kaldığımız yerden başladığımız yayın evini yedi yıl daha sürdürdük. Tabii bu arada yine davalar açıldı, biri Ankara’da diğeri İstanbul’da. Yine tutuklama kararları çıktı ve 1998 yılında cezaevinden çıktım. Terörle Mücadele Yasası bir türlü yakamızı bırakmıyordu ve gir çık, gir çık artık bu tutuklamalar, bu hapisler ve baskılar yaşanmaz bir hal alınca yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Önce Romanya’da kaldım ve 2000 yılının başında ise Almanya’ya geldim. Almanya’da ise dijital yayıncılığa geçtik ve çalışmalarımızı bir internet sitesi üzerinden yürüttük.
Sergiye gelirsek işlerinizin bir kısmı hapishane yıllarına tarihleniyor. İçeride ve dışarıda zor şartlar altında, içinde resimden kolâja, metinden fotoğrafa çeşitli disiplinlerin barındığı afişler üretmişsiniz. Kronolojik olarak bu süreci ve sizi motive eden hususları açabilir misiniz?
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesinde yetişmiş resim öğretmenim, Erzurum’da okuduğum sırada, okulun bir deposunu sanat atölyesine çevirmişti. Burada kendisinden çok şey öğrendim ve benim yeteneğimi fark eden, beni yüreklendiren o insan olmuştu.
Hapishane ile ilk tanıştığımda henüz 16 yaşındaydım. İlk işim bu, orijinaldir (Eliyle çalışmasını gösteriyor). Bunu Diyarbakır cezaevinde çizdim. Malzeme falan yoktu tabii, iki renk boya kalemiyle yapmıştım. İşlerimin bir kısmını içeride, bir kısmını dışarıda yaptım. İçeride ne bulduysam onu kullandım. Bazen kara kalem, bazen sulu boya ya da keçeli kalem, bazen de tasavvur etmekten başka hiçbir malzememiz yoktu. Dışarıda ise gelişmelere ayak uydurup artık dijital tasarımlar yapmaya başladım.
Beni motive eden şeyse öncelikle resim yapmanın bir tutkuya dönüşmüş olması. Sanatın evrensel bir ifade yöntemi olarak kendini çeşitli biçimlerde var edebilecek önemli bir alan olduğunu fark ettim.
Burada araya girip kabak tadı veren o meşhur soruyu soralım: Sizce sanat nedir?
Sanatın birçok tanımı var ve ben hepsinin doğruluk payı olduğuna inanırım. Ancak az önce söylediğim gibi sanat evrensel bir ifade yöntemi olarak çok çeşitli biçimlerde var olabilir. Öte yandan hemen her koşulda çeşitli araçlarla kendimizi anlatma ve yansıtma imkânı sunmasıyla çok güçlü bir dünyadır sanat. Hem toplumsal olanı, hem de iç dünyamızı teklifsizce başkalarıyla paylaşabileceğimiz bir alan aynı zamanda. Üstelik politikanın aksine her zaman güzelliğe odaklı… (Yüzündeki tebessüm iyice belirginleşiyor.)
Afişler sergisini mercek altına aldığımızda sanatsal kaygılar da duyduğunuz gözden kaçmıyor. Bu bağlamda birincisi sanat eğitimi alıp almadığınız, ikincisi kendinizi nasıl geliştirdiğiniz merak edilebilir.
Tekrar okul yıllarıma dönmeliyim ki öğretmenimizin kurduğu o atölyede çok şey öğrendik. Fotoğrafçılık, heykel, seramik ve resim bunların başında geliyor. Dahası ben, resim alanında yetenekliydim ve kendimi geliştirmek için çok çaba harcadım. Tabii yürüttüğüm siyasi mücadelenin de çok önemli katkısı oldu. Aynı zamanda yayıncılık hayatım tamamen afiş, resim, kolaj ve fotoğraf gibi disiplinlerin tasarımından başka şey değildi. Ve ben bunlarla yatıp kalkıyordum.
Tabii Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek istedim ama olmadı. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Estetik Tarihi’ne girdim, 1978’de. Ancak orayı da maalesef bırakmak zorunda kaldım. Çünkü edebiyat fakültesine faşistler hâkimdi ve ilerici, devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerin orada okuması, o yıllarda çok zordu.
Tekrar afişlere dönersek bunlardan bir sergi hazırlamak fikri nasıl ortaya çıktı?
1996 yılında İstanbul’da bir karma sergiye katıldım. O daha çok yağlı boya çalışmaları ve portrelerin olduğu bir resim sergisiydi. Ancak kişisel olarak bu ilk sergim. Eimde çokça afiş birikmişti ve bu afişler geçmişe tanıklık ediyor ve siyasal mücadeleyle birlikte afişin nereden nereye geldiğine dair de önemli bilgiler içeriyordu. Dahası bu işler toplumsal mücadelenin de bir serüvenini anlatıyordu. Tüm bunlardan ötürü böyle bir serginin anlamlı ve yararlı olacağını düşündük.
Yaklaşık 25 yıldır Almanya’dasınız. Buradan baktığınızda bugünün Türkiye’sini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’den çıktığımda doğrusu ümitsizdim. Bir yandan gidişatın değişmeyeceğini ve yeni bir şeyin çıkmayacağını düşünüyordum, ama diğer yandan toplum bastırılmış ve susturulmuş olsa da derinden akan muhalif bir damarın olduğuna da inanıyordum. Ki Gezi direnişi başladığında hepimiz umutlandık. Keza Hrank Dink’in cenazesine büyük kalabalıklar katıldı. HDP’nin Türkiye’nin dört bir yanından oy alması falan olumlu gelişmelerdi. Özetle çok umutlu değilim ama karamsar da değilim. Ekonomik darboğazda, ağır bir baskı altında ve bir karanlıkla karşı karşıya olsa da, halka ve onun dinamiğine güveniyorum. Gözümüz kulağımız Türkiye’de, memleketimizde.
Peki, Almanya için ne söylersiniz?
Doğrusu uzun süre yabancı kaldım. Çünkü geri dönerim diye düşünüyordum ve yaklaşık on yıl geçici bir hayat sürdüm. Sonra baktık ki artık dönemiyoruz, kalmışız. Tabii bu arada önemli bir sorun olan dil meselesi çıktı karşımıza. Haliyle dilini yeterince bilmediğimiz bir ülke hakkında değerlendirmede bulunmak eksik olur. Öte yandan gece eviniz basılır, tutuklanır, içeri alınır diye bir korku yaşamıyorsunuz. Sanatsal, kültürel ve siyasal aktiviteler olarak daha geniş bir spektrum söz konusu. Kendini ifade etme gibi konularda daha rahat. Avrupa Birliği’nin felsefesinden de memnunum. Sınırların kalkması, insanların bütün Avrupa’da serbestçe dolaşması ve ortak değerlerin yaratılması bana olumlu geliyor.
Ancak kimi zaman kendimi bir fanus içinde hissettiğim de oluyor çünkü burada hayli azınlığız. Hitap ettiğimiz ve etkileşimde olduğumuz kitle oldukça dar. Ayrıca şunu söyleyebilirim; ben sadece burada oturuyorum. Evim burada ama kendim burada değilim.
Tekrar serginize dönersek, işlerinizin sosyal ve siyasal konulara yaslandığını ve dolayısı ile estetik ve sanatsal yanının kısmen ihmal edildiği yönünde bir eleştiri gelse ne dersiniz?
İtiraf etmeliyim ki hem sözel hem de görsel olarak yaptığım işlerde estetiği göz ardı etmemeye çalıştım. Bir şeyi kuru kuruya anlatmanın hoş olmadığı malum. Ki bir zamanların efsane dergilerinden Ant Dergisi’nde işlerim çıkıyordu ve burada tamamen estetik ve sanatsal kaygılar neredeyse ilk planda geliyordu. Dergi yeni şeyler söylüyordu ve dolayısı ile bir şeyi nasıl söylediğiniz de çok önemliydi. Bu yüzden mizanpaj dahil, dergide yer alan her şeyi en güzel şekilde aktarmaya özen gösteriyorduk. Ben bütün işlerimi hep bu düşüncelerle yapmaya çalıştım ve ortak bir hissiyat ve duygudaşlık yaratma çabası duydum. Ve izleyicide bunun karşılığını gördüğünüzde doğru yolda olduğunuzu anlıyor ve mutluluk duyuyorsunuz.
Ancak sanat tarihine baktığımızda ilk bakışta anlaşılmayan yahut anlaşılması asgari düzeyde donanım gerektiren işler de var.
Bu doğru, işlerin anlaşılır olması gerekmiyor ancak çıkış noktasında sanatçı kendini ifade ediyor. Ben böyle düşünüyorum, böyle anlıyorum ve böyle yorumluyorum. Bunun o an bir karşılığı olmayabilir. Esas olan bir şeyin ifade edilmesidir. Bu karşılık bulursa elbette ki pozitif bir ortam yaratıyor.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Portreler var. Ben cezaevindeyken çokça portre çalıştım. Ne ki portre için müthiş bir ortam, herkesin bolca zamanı var. Öte yandan insan yüzleri beni çok etkiler, çünkü her birinin ifadesi, hikâyesi bir başkadır. Cezaevinde resmini yaptırmak isteyenler sıraya girerdi. Çünkü bu resimleri insanlar ailesine gönderirdi. Bu yüzden severek ve memnuniyetle çokça portre yaptım diyebilirim. Kimi zaman yağlı boya, kimi zaman sulu boya kullandım. Bunlar olmadığında ise kara kalemle çalışırdım. Tabii bu sergiyle ilgili şöyle bir sorun var, resimlerin büyük çoğunluğu sahiplerinde. İstanbul’da açtığımız sergide resimleri sahiplerinden istedik ve sergi bitiminde geri gönderdik. Burada böyle bir şansımız yok. Ama yine de elimizde bir miktar portre yok değil. Ayrıca burada yaptığım resimler de var.
Afişlerinizde homofobiden işkenceye, 1 Mayıs’tan soykırımlara dek birçok konuya değinmişsiniz. Bu hususlara olan duyarlılığınız nezdinde soralım, mutlu musunuz?
Evet, genel olarak mutluyum. Ancak tabii ki dünya birçok alanda kötüye gidiyor ancak ben bunu ifade edebildiğim ve acıları, sorunları bu yolla bir nebze sağaltabildiğim için mutluyum.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Dünyanın iyiye gideceğini beklerken kötüye gidiyor olması bir hayal kırıklığı yarattı. Dünyayı yanlış mı okuduk, yanlış mı değerlendirdik babında. Ki tarihin hep ileri gideceğini öğrenmiştik. Ben bunun her şeye rağmen böyle olacağına, dünyanın normal seyrine dönüp ileri doğru gideceğine inanıyorum. O yüzden herkese umudu tavsiye ediyorum.
Teşekkürler sayın Maraşlı.
Rica ederim, ben de size teşekkür ederim.
Söyleşi ve Fotoğraflar: Engin Kaban
30.09.2025 – Berlin
İlk yorum yapan olun