Cevat Çapan’ın çevirisiyle Osip Mandelstam “227 numaralı şiir”inin son kıtasında şöyle der, “Çünkü benim kanım kurt kanı değil, ancak bir benzerim öldürebilir beni.”
Bir metafor içeren bu cümleler çeşitli biçimlerde yorumlanabilir. Ancak sözün sahibi “ben kurt değilim, kanım kurt kanı değil” derken içinde bulunduğu dönemin acımasız ve ceberut güçlerine bir gönderme yapıyor ve bir kurt gibi bu güçlere saldırmak ve/ya karşı durmak yerine insani bir tutumu yeğlediğini vurguluyor. Keza aksi halde karşıtına benzemenin zaafına dikkat çekiyor.
“Beni sadece eşitim öldürebilir” cümlesi ise hem onurlu bir eşitliğe, hem de mealen ölümün bile eşit mertebede ve eşit koşullarda vuku bulduğunda anlamlı olacağına atıfta bulunuyor.
Cezmi Ersöz’ün aynı adı taşıyan bir kitabı var: “Ancak bir benzerim öldürebilir beni.” Deneme ve inceleme tarzında yazılmış kitabın önsözünde şunları söylüyor Ersöz: “Beni ne bayağılık, ne faşizm öldürebilir. Beni aşkım öldürsün istiyorum! İşte bu yüzden ben, sonuna kadar politik ve anti-faşistim!”
Bu sözler, bahis konusu cümlenin menşeini aralayan anlamlar taşıyabilir. Yahut şair o sözleri zihin dünyasında yarattığı bambaşka imgelemlerle yazıya dökmüş olabilir. Ancak konumuz edebi bir çözümleme değil.
Bu meşhur sözü bir başka bağlamda ele alıp insan soyunun kadim sorunlarından aşağılık ve/ya üstünlük kompleksini, daha çok onun tezahürlerini aralamak niyeti taşıyor yazımız. Hayli önemli bu konu malumdur ki psikiyatrinin alanı. Bu gerçeği atlamadan hareket edip gündelik hayatta karşılaştığımız ve özellikle kökeninde malum sorunun yattığına inandığımız insanın benzerine olan tepkisine değinmek istiyoruz. “İnsan insanın kurdudur.” derler ya, bu söz meramımızla bir paralellik kuruyor.
Bilindiği gibi azımsanmayacak sayıda insan eşitinin meziyet, bilgi ve donanım nezdinde kendinden iyi olmasına pek tahammül edemiyor. Yaptığı kıyas neticesinde kendi statüsünün altında gördüğü kişilere ise hiç tahammül gösteremiyor. Öyle ki “İpini koparan Almanya’ya geliyor!” cümlesi Berlin’de “gazeteciler”in bir toplantısında kurulmuştu. Berlin’de yeni olduğunu ifade eden konuşmacıların hemen arkasından kurulan bu cümle tesadüf değildi ve eski olmak bir üstünlük sayılmıştı.
“Üniversite mezunuyum” dediğimde “diplomanı görelim”, “fotoğraflarımı” gösterdiğimde “bunları sen mi çektin”, “gazeteci” olduğumu söylediğimde “basın kartını göster” diyenler çok oldu. Hiç unutmam, Amerikan Koleji’nde öğretmenliğe başladığım günlerde yolumu kesen güvenlik, öğretmen olduğuma inanmamıştı. Çünkü beni kendileri gibi görmüşlerdi. Onları ve dahi birçok insanı ikna edecek bir fark, bir başkalık görememişlerdi bende. Yani ne lüks bir arabayla gelmiştim okula ne de gözlerini kamaştıracak bir kılık kıyafetle. Üstelik onlara çıkışacak aman aman bir özgüvenim de yoktu…
“Peki, seni hangi rüzgâr attı?” diye sorunca, “12 Eylül Darbesi” diye söze girip anlatmaya başlayınca, politik bir sohbetin içinde bulmuştum kendimi. Bir ara Berlin’de bulunan ünlü gazetecilerle çekilmiş fotoğraflarını gösterince bir bir, ben de gazeteci olduğumu hatırlatıp “bizim de bir fotoğrafımız olsun” diye latife yapmıştım. “Vallahi Bayburtlu” diye söze girip kısa bir duraklamanın ardından “ne dediğin o dergileri duydum, ne de senin adını!” diyerek öylece masadan ayrılmıştı, yaşını almış bu adam. Bayburtlu olmama ve muhtemelen işsiz, güçsüz görmesine bağlı olarak gazeteciliği -bana- yakıştıramaması direkt konumuzla ilgiliydi.
Çoğaltılması mümkün bu tür davranışların altında -malum soruna bağlı olarak- insanların kendi yetersizlikleri yatıyor. Haliyle bir benzerinin kendinden iyi ve donanımlı olmasına ihtimal vermiyor. Bu sebeple kimi zaman küçümsüyor ve tepkili davranıyor. Bilinçaltı ona “sende yoksa onda da yoktur” diyor. Hele bir de bir “yara”nı gösterdiğin an, artık ne yaparsan yap, ne söylersen söyle bu insanların gözünde bir kıymetin, ehemmiyetin kalmıyor. Dahası her şeyin “maddiyat”, “başarı”, ”güç” ve de “popülarite” ile ölçüldüğü bir devirden geçiyoruz. Bunların dışında kalmak handiyse ayıp sayıldığı gibi, buraya ait olan bir önem arz etmiyor.
Bırakın düzeni ve otoriteyi eleştirmeyi; bir yanlışa, haksızlığa ve kötülüğe tek kelime etmemiş bazı kişilerin; maddi, manevi çeşitli saiklerle kendinden aşağı gördüğü bir insanın söz söylemesine “Kim oluyorsun?” diye çıkışmaları, daha da ileri giderek o insanı “sert”, “öfkeli” ve “agresif” bulmaları rastlantı değildir. Bu davranışın altında çoğunluk, üstünlük kompleksi ve kendi duyarsızlıklarını örtme çabası yatmaktadır. Bilginlerin şu sözünü hatırlatmanın tam sırası: “Ufak bir kötülüğe ve çirkinliğe sekter olmayanlar, son tahlilde iyi ve güzel olana sekter olmuşlardır.”
Mekân tamamen dolu. Hrant Dink anmasındayız. Dink’in yaşamından derlenmiş görüntülere konuşmalarıyla ailesi, dostları ve arkadaşları eşlik ediyor. Son konuşmacı cümlelerini tamamlayınca söz salona veriliyor. İlk söz alan Ogün Samast’ı soruyor. İkinci tahrip edilen Ermeni mezarlarına değinip nefretin devam ettiğini söylüyor. Başka bir el kalkmayınca üçüncü ve son kişi olarak bendeniz söz alıyorum. Bayburt’ta eski köy adlarının Ermenice isimler taşıdığını, bu hususu bir yazımda dile getirdiğimi ve bu yüzden tepki aldığımı hatırlatıyorum. Ardından yaşadığımız kayıplara değinip hep bir yas halinde olduğumuzu ve “Ne yapabiliriz, bu acılarla nasıl baş edebiliriz?” babında sorularla sözlerimi tamamlıyorum.
Konuşmacının yüzü birden değişiyor. Hoşnut olmayan ifadesi bir anda izleyiciye geçiyor ve salona sessizlik hâkim oluyor. “Ne dedim ki?” diye düşünürken “Bilemiyorum!” falan diyor ve etkinlik katılanlara teşekkür edilmesiyle son buluyor.
Antrede “Bir Türk olarak çok rahatsız oldum!” diyenler oluyor. Etkinliği organize edenlerse, önce “Ne demek istediniz?”, ardından “Etkinliğimizi beğenmediğinizi ima ettiniz!” diye mesajlar gönderiyor.
Bu gelişmelerin altında ne yatıyor olabilir? Hrant Dink’in etkinliğine gelmiş birisinin sözlerimden rahatsız olması nasıl açıklanır? Konuşmacının, misal bu acılara gülerek, umut ederek katlanabiliriz falan demesi çok mu zor? Aklımın köşesinden dahi geçmemiş bir konuda niyet okunması neye tekabül eder?
Katıldığım onca söyleşi ve toplantıda konuşmacıyı eleştirmek, konunun bağlamına uygun cümleler kurmak, fikir teatisinde bulunmak falan şöyle dursun; ancak konuşmacıyı zorlayan bir soru sorulduğunda, bir fikir ileri sürüldüğünde araya girip “Boş verin söylenenleri!” demeye getiren övgü dolu cümleler kuran birçok insana tanık oldum. Daha çok ilişki geliştirmek, buralarda boy gösterip yetersizliklerini örtmek ve de çevre edinmek için etkinliklere katılan bu insanların kraldan çok kralcı olmaları bu sebeplerledir.
Berlin’de ilk kez bir genel kurula katılıyorum. Çok sayıda derneğin çatısı altında toplandığı ve birçok insanın üye olduğu Berlin’in en büyük derneklerinden birinin genel kurulu bu. Büyük bir salonu doldurmuş kalabalığın içinden açıklanan listeleri, adayları, tartışmaları, konuşmaları, muhalif görüşleri, eleştirileri falan bekliyorum ki bunların hiç birisi olmuyor. Tek bir liste olsun çıkmıyor. Tek bir kişi çıkıp bir eleştiri, bir fikir yahut bir öneri ileri sürmüyor. Bu duruma hayli şaşırıyor ve derneğin bir üyesi olarak söz almak için elimi kaldırıyorum. Ancak yanımda oturan bir kişi sözlü ve fiziki olarak beni engelliyor. Daha sonra söz alıyorum elbet, ancak muhteviyatı konumuzla ilgili o tavrın yol açtığı sıkıntı, söyleyeceğim birçok şeyi söylememe engel oluyor.
Adında “sol” ve “yeşil” olan bir grubun toplantısına katılıyorum. Daha doğrusu “Ana Tanrıça Kültü” başlıklı bir söyleşiye. Tanıdığım tek bir insanla selamlaşıp bir köşeye oturuyorum ve derken söyleşi başlıyor. Söyleşi bittiğinde konunun yüzeysel geçilmesi hesabiyle bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Söz dinleyicilere geçince, bağlamı falan geçtim öyle gereksiz ve anlamsız yorumlar yapılıyor ki hayal kırıklığım can sıkıntısına dönüşüyor. Bu arada ısrarla el kaldırıp birkaç cümle etmek istiyorum ancak nedense söz verilmiyor. Öte yandan birçok insan arka arkaya söz alıyor. Toparlanıp gitmeye hazırlanıyorum ki sessiz sedasız yanımda oturan ve “rint” havasında bir adam, gruba müdahale edip bana söz verilmesini sağlıyor. Bir an tereddüt etsem de nezaketen kısa bir konuşma yapıyorum. Bu esnada hiç oralı olmayan, aralarında fısıldaşan, telefonuna bakan ve ‘bu da kim? diye mırıldanan insanlar oluyor. Tüm bunlar, malum sorunun arazlarından başka şey değil elbet…
Katıldığım bir yürüyüşle yazıyı toparlıyorum. Madımak Katliamı’nın anıldığı bu yürüyüşte akla gelebilecek hemen herkes fotoğraf çekiyor. Ancak bizi kortejin içine sokmuyorlar. Korteje eşlik eden araca çıkmamıza da izin yok. Hatta kortejin dışından fotoğraf çekmemize dahi müdahale edenler oluyor. Ancak tuhaftır ki bize şüpheyle yaklaşanlar ve muhtemelen bu nedenle engel olmaya çalışanlar; batılı fotoğrafçıların her yere girmesinde, her şeyi fotoğraflamasında ve insanların burnunun dibine kadar sokulmasında bir beis görmüyor.
Elbette ki bu tutumun altında dönüp dolaşıp geldiğimiz o malum sorun ve “batı hayranlığı” yatıyor. Batılının her şeyi daha iyi bildiğine ve daha iyi yaptığına inanan bu zihin, tabii ki bize şüpheyle yaklaşıp yetersiz bulacaktır.
Yazımıza konu bu zaaflar, gündelik hayatın içinde envaiçeşit biçimde zuhur ediyor. Bahse konu sorunu az çok taşıyanlar, içinde batılının da, zenginin de bulunduğu malum çevrelere her şeyi yakıştırırken bunun dışında kalanlara ise maalesef tam tersi bir tutum sergiliyor. İşte bu tutum ve davranış üzerinden bir ima ve mecazla “Beni ancak bir benzerim öldürebilir…” başlığını seçtik.
Yazı ve Fotoğraflar: Engin Kaban – 29.08.2025
İlk yorum yapan olun